“Nejlat yiğenim, benim bunu götürmediğim doktor, gitmediğim hastane kalmadı. Yok, çare bulamadılar. Ne tür ilaçlar denediysek fayda itmedi. Şimdi, “et” diyorlar, böyle el gibi yumuşak, süngere benzer bir şey; bir parça alıp yutturuyorsun hastaya, öteki parçası tekrar büyüyor, suyun içinde.”
“Allah Allah! Nasıl bir etmiş o öyle?”
“Taa, nirelere gittim onu bulmak için, bilyon mu sen?”
Seksen iki veya seksen üç senesi. Adı Rıza’ymış, yarım porsiyon derler ya öyle bir adam. Bir buçuk metre var yok boyu, kırk elli kilo ancak. Esmer, sivri sakallı, başında hacı terliği tipik köylü kıyafeti. Yaş dersen yetmişe yakın, altmış beş garanti. Hanımının hastalığından bahsediyor.
“Beş senedir yatalak bu avrat. İyi olacağı da yok, gezdirip duruyorum işte.”
“Söyle, söyle çekinme hanım mı arıyorsun?”
“He ya yiğenim. Sizin oralarda münasip bir şey varısa, sevaptır bir haber ediver. Param, pulum, malım mülküm var. Ama bu karı böyle olunca, ben de bakamaz oldum gayrı.”
“Var” dedim. “Ama seni alır mı almaz mı bilmem? Çık gel seni bir görüştüreyim.” Gözleri parladı Irza Emminin. “Sen yaşlarda, on sekiz yirmi senedir dul. Kocası trafik kazasında öldü.”
“Tamam, iyi pek gözel. Ne zaman geleyim?”
“Bak dediğim gibi, ikna edebilirsen, razı olursa gerisine ben karışmam. Yukarı mahalledeki eve geleceksin. Orada konuşursunuz. Biliyon değil mi, Hacı Mehmet Ağan evini?”
“Bilyom, bilyom, yarin geliyim.”
“İyi haydi güle güle”
Lafa söze karışmayan, Nermin Hanım Nejat’a çıkıştı,
“Ya sen ne yapıyon, elin Irza Emmisinden sana ne? Adama gel dedin, kim o kadın?”
“Bizim Samiye abla söylediğim. Almaz tabi. Yirmi senedir evlenmemiş, hem kızlarının yanında duruyor o.”
“O zaman, almayacağı yere adamı niye umutlandırdın? Karışma böyle şeylere. Hem kim bu adam? Irza Emmi deyip duruyon?”
“Ya umutlandırdığım yok. Baksana adam iyice bunalmış. Çıkış yolu arıyor. Hiç değilse “birileriyle konuştum, olduydu olmadıydı diye bir hareket gelir yaşantısına. Bu Irza Emmi işte. Kaymaklılı; ha, bizim Çakır Eniştenin de üvey kardeşiymiş. Artık nasıl bir kardeşlikse bilmem?”
Samiye Abla, annemle akrabalar. Gırgırcı, şamatacı bir kadın. Evleneceğinden falan değil de can sıkısından diyelim.
Ertesi gün, arabaları köyden erken gelmiş olmalı ki o da erkenden kapıya gelmiş. Bizim evle de arası açık.
“Yiğenim ben doğru sana geldim. Herhal onlar daha kalkmazlar ya. Acık duralım sonra gidelim.”
“İyi, hoş gelmişsin Irza Emmi. Kahvaltımızı yapalım gidelim. Onların kalkmasını beklersek, ikindi olur.”
“Sen nasıl istersen yiğenim. Ben kahvaltımı yaptım. Ha bir bardak çay içerim.”
Samiye Abla misafir bulunuyor orada. Vardığımızda, yaşlıları ayakta bulduk. Gençler daha yatıyorlarmış.
“Sana dünürcü var, Samiye abla” dedim gülerek. Rıza Amca, Eneğili (Kaymaklının eski adı). Hanımı hastaymış; neyse, kendisi anlatsın.” Göz kırptım. “Irza Emmi, bu Samiye Abla, bahsettiğim akraba.”
Irza Emmi kızardı, heyecanlandı. Elini uzattı tokalaşmak için, Samiye abla elini hiç uzatmadı. Adam havada kalan eliyle çaktırmadan sakalını sıvazlar gibi yaptı.
“Efendim bendeniz, doğma büyüme Kaymaklı eşrafından Rıza Kahraman. Bilmem duymuşluğunuz var mı Pederime merhum, Nevşehir Kayyum zade Halil Efendi derlerdi. Validem tarafı Aksaray eşrafından Hacı İbrahimlere dayanır. Efendim malumunuz zevcem ölümcül bir hastalığın pençesinde yıllardır cebelleşmekte. Bendeniz, zatı alinizin dest-i izdivacınıza talibim efendim, şayet mütenasip olursa.”
Bu lafların bu adamdan çıktığına şaşıran sadece Samiye abla değil, oradakilerin tamamı oldu. Kızları, güldüğümüz duyulmasın diyerek arkalarını döndüler.
“Samiye abla anladın mı? “Başını yukarı kaldırdı “anlamadım kabilinden “ben açıklayayım. Irza Emmi Kaymaklı da kalıyormuş. Babası Nevşehir’in sayılı esnaflarındanmış, annesi tarafından Aksaraylıymış, hanımı ölmek üzere hastaymış, seninle evlenmek istiyor. Of! Kısaca böyle söylemek istedi.”
Irza Emmi lafını bitirdi mi, hayır bitirmedi? Yeniden başladı,
“Halim, vaktim yerindedir. Hanem, üç mahdum, onların zevceleri ve iki kerime ile on bir torundan müteşekkildir.”
“Tamam, torunları anladım. Sor bakalım, evi, dairesi, arabası falan var mıymış?”
“Şeherde bir dairem, köyde de evim, bir de traktörüm var, efendim” dedi Irza Emmi. Kulağı ağır duymamasına rağmen konuşmalar yüksek sesle oluyordu her nedense? Samiye abla;
“Hah iyi! O daireyle traktörü üzerime yaptırırsan, alırım seni. Yoksa olmaz.” Irza Emminin şekli değişti, biraz düşündü.
“Yaptırırım amma, sonra hoop, kor gidersen, o zaman ne olacak?” Ses tonundaki, ciddilik ve ince espri oradakileri kahkahaya boğdu. Samiye Abla da gülerek,
“O da senin şansına gayrı, durur muyum, gider miyim?”
Bundan sonraki konuşmalar, gülüşmeler günlük vasat şeylerdi. Ahali toplandı, kahvaltı için. Irza emmi durmadı gitti. Kritikler yapıldı.
“Bu lafları nerden öğrenmiş ya? Sanki Osmanlı zamanından kalma gibi. Niye öyle konuştu bizlerle? ” dedi yenge olan kızı.
“Ne bileyim, herhalde okumuş, kültürlü göstermek için kendini, yoksa öyle konuşan mı var şimdilerde?” dedim. Hep ağızlarda gözlerde tebessüm. Samiye ablaya takılanlar,
“Anne, sorsaydın, ne kadar parası varmış, biz de pay isteriz…”
“Nasıl, beğendin mi cici babanı? Nevşehir Eşrafından Kayyum zade Halil Efendi’nin Mahdumu Rıza Kahraman Bey Efendi’yi Meltem Hanım?”
“Ooo! Pek beğendim. Bayıldım konuşmasına. Annemin üzerine Traktörü yaptırırsa, İçmeceye piknik yapmaya gideriz bol bol.” Annesine döndü, “Ana, he! de kız. Sayende, hiç görmediğimiz bir baba günü görek.”
Irza Emmi, o günden sonra köye gelmedi. Demek ki şartlar uymadı mı, yoksa beğenmedi mi Samiye ablayı bilinmez. Aradan üç dört ay geçti yaklaşık, ilçede fotoğrafçının önünden geçerken, baktım Irza Emmi içeride. Ben de girdim. Oturmamış ayakta geziniyor. Oturan bir bayan var. Genç, yuvarlak yüzlü, başı yemenili; bir düzüm de altını var döşünde. Irza Emmi demeye kalmadı,
“Ooo! Nejlat Yiğenim, hoş geldin, nasılsın? Bak bu kim bilyon mu?” Oturan bayanı gösterdi. “Bununla evleniyoruz. İzinname için fotoğraf çektirmeye geldik. Yirmi beş yaşında daha. Nasıl?” Konuştuklarımızı kadın da duyuyor. Sanki bir mal almış da onu gösterir gibi. Tuhafıma gitti.
“İyi,” dedim. “Allah hayırlı etsin, tamamına erdirsin.” Başımla da hanımı selamladım. Aramızdaki samimiyete bakıp, beni önemli akrabalardan falan zannetti her haldeki ayağa kalktı, elimi öpmek için. “Yook,” dedim “sağ ol” elimi vermedim.
“Sağ ol, yiğenim. Hasta Karı öldü. İki ay kadar oldu. Bunu buldum, biraz yoruldum ya. Çardaklı, Ziynep adı. Kocası,” baktım yedi şeceresini sayacak lafını kestim,
“Neyse ne? Hayırlı olsun. Başın da sağ olsun. Haydi bakalım, benim işim var, gitmem lazım. ”
“Hadi, güle güle yiğenim” dedi. Dükkândan çıkıp giderken.
“Allah Allah, yirmi beş yaşında diyor ya, güzel de kadın. Olur mu acaba? Ama bulduğuna sevindim. Çok da sevinçli, mutlu gördüm. Haydi hayırlısı.”
Tabi, güz gelmiş Samiye Abla, çocukları geldikleri yere Kayseri’ye, kimi Almanya’ya gittiler. O hadise de unutuldu gitti.
Irza Emminin hikâyesini iki sene sonra Enişte geldiği zaman ona sordum, üvey kardeşiymiş ya;
“Hiç sorma Nejat, Ağabeyim kimseye danışmadan genç bir kadınla evlenir. Daha kızından da guccük, neredeyse torunu olacak yaşta.”
“Enişte onları ben biliyorum, evlendikten sonra bir daha göremedim, onu soruyorum, nasıllar geçimleri iyi mi diye?”
“Sen nereden biliyorsun? Ben bile yıllar sonra öğrendim kardeşim olduğunu da evlendiğini de…”
“Biz tanıştık, hatta ona dünürcülük bile yaptık, ama o olmadı. Nasip değilmiş.” Enişte güldü,
“İşte, o genç kadınla evlendikten birkaç ay sonra, tarlanın birini satılığa çıkarmış satmış. Parasını yemişler. İki ay sonra birini daha. Şeherde oturuyor bunlar hanımıyla. Tarlalar az kalınca Traktörü satmaya kalkmış. Çocukları demişler ki, “Baba sen ne yaparsın, tarlaları satıyorsun, traktörü satılık ettin? Biz ne yiyip neyle geçineceğiz o zaman? ” Bizim birader “ne haliniz varsa görün, hepsini satacağım, yiyeceğim size inat” demiş kovmuş çocukları.”
“Maaşı, emeklisi neyi yok muymuş Enişte?”
“Yok canım, emeklisi nereden olacak? Şehirde kolay mı geçim tutmak. Satıp yiyecekmiş?”
“Sonra, ne oldu, satmamış mı artık?”
“İşte o oğlanlarıyla konuştuğu günün gecesine eve gelmiş söylene söylene. “Bir şey bırakmayacağım hepsini satacağım” diyerek. Akşamdan yatmışlar, sabah hanımı kalkmış kahvaltıya çağırmış, ses yok. Yanına gelmiş,
“Haydi kalk, kahvaltı hazırladım,” diye sarsmış yine ses yok. Baksa ki bizim Irza Ölmüş.”
“Ölmüş mü?”
“Ben gelmeden bir kaç ay önce.”
Nevzat Turgut