Büyük konuşmuşum…
Keşke demeseydim, ama ağzımdan çıktı bir kez. “Ya baba, on sene Almanya’ya gitmişsin on beş senedir anlatıyorsun bitiremedin. Hacca da gittin, biraz da oradan anlatsan.” Babamın cevabı makuldü kendine göre,
“Oğlum, topu topu on gün Medine, yirmi gün de Mekke’de kaldık hepsi bir ay. Gerisi yolda geçti.”
Babam haklıymış. Ben beş sene Almanya’da kaldım. On defa da izine gelip gitmişim. Döneli yirmi dokuz yıl olmuş, hala anlatıyorum, dinleyen olsun olmasın. Hızımı alamadım iki de kitap yazdım anılarımla ve yaşadıklarımla alakalı. Büyüklerimiz söylerler ya, kimseyi yaptıklarıyla ölçmeyin, kınamayın sonra birkaç misli sizin başınıza gelir diye. Kınamamıştım, ama yine de geldi işte.
Bir yaşlı abimiz anısını anlattı hacla alakalı. “Harem-i şerifteyiz. Müslüman’ın biri nereli olduğunu bilmiyorum; Kâbe’ye karşı ayaklarını uzatıp oturmuş, idrarı sızıp gider altından. Kınamaya kınamadım bak samimi söylüyorum, ama içimden geçirdim sadece “burası Allah’ın evi biraz dikkatli olsak olmaz mı, diye? Bak şimdi benim de dizlerim bükülmüyor, gelen de alttan gidiyor.”
Kınamak, büyük konuşmak, büyük lokma yemek, gururlanmak, çok görmek gibi deyimler, kültürümüzde oto kontrolü sağlamak için söylenmiş yazılı olmayan kurallar, toplum yasaları. Bu yasaların kaynağının büyük bölümünü de inandığımız dinimizin kuralları belirliyor. Büyük lokma almanın riski de büyük, boğazına takılırsa ölümüne sebep olabilir ki, daha risklisi büyük konuşmak oluyor. “Büyük lokma ye ama büyük konuşma.” “Kim bir kardeşini kınamışsa aynısı başına gelmeden ölmez.” Osmanlıda belirli günlerde halk padişah geçerken “gururlanma padişahım, senden büyük Allah var” diyerek tezahüratta bulunurlarmış. Halk idarecisine görevini hatırlatıyor.
Kazanın ileri gelenleri, idarecileri, zenginleri köyün birine ava giderlermiş. Köyün muhtarı, bunları ağırlar, gerekli malzemeleri erzakı temin eder, yanlarına köylülerde katılır birlikte avlanırlarmış. Bizim köyün çobanı Hasan da atına binip onlara katılmış. Köyün ileri gelenlerinden birisi çobana hitaben,
“Oğlum ha sen duraydın. Sen bir çobansın. Daha bindiğin şu atı bile veresiye aldın, sen kim ava gitmek kim?” deyince, bizim çoban Hasan;
“Hüseyin Ağa sen öyle diyon emme, gene benim veresiye de olsa bir atım var. Ya şu yaya gidenlere ne demeli?” İşte, çok görmek de böyle bir şey oluyor.
Hüseyin Ağanın sonra başına bir şeyler geldi mi bilmiyoruz. Lakin ettiği lafın altında kalmayan çoban Hasan, başkalarını da olaya dâhil etmiş oluyor. Nefis, hiçbir zaman altta kalmak istemiyor ki.
Komşumuz Rahime Aba vardı. Öyle derdik, tek bir kadın. Yetmiş, seksen belki daha fazla yaşı. Amcam oğlu Naci’nin sünnet düğününü köyde baba evinde yaptırdı. Akrabaları davet etti, köylüler hepsi davetli. Sene dokuz yüz altmış bir veya iki. Koçlar kesildi, yemekler, oyunlar, çalgı çengi her şey var. Evin avlusu merdivenleri her yan insan dolu. Çengiyi çalgıyı izliyorlar. Lüks lambalarıyla aydınlatılmış avluda eğlence gece yarısını geçene kadar devam etti. Herkes gittikten sonra Rahime Aba çıktı ortaya. O da eğlenceyi izlemiş. Bu sefer babam,
“Rahime Aba, senin işin ne çalgıda çengide?” Rahmetli kısık sesle konuşurdu,
“Ahmet, gençler daha çok görürler, benim bir daha görmeye ömrüm yeter mi bakalım? Geldim bitene kadar da baktım.”
Çocukluğumuzda köyümüze turistler gelirdi. Aralarında çok yaşlı olanları görürdük. Bastonla yürüyen, eli yüzü kırışmış. Onlar için de “bir ayağı mezar çukurunda gezmeye gelmiş.” derdik. Yahu bizim insanımızın işi gücü başkalarını takip etmek mi? Sanki bizim sırtımızda mı geziyor, onun gönlünden bize ne? Keyfinin kâhyası mıyız? Herkes birbirinin eksiğiyle fazlasıyla ilgileniyor.
“Yattığı ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü. Ayranı yok içmeye, tahtı revanla gider s..maya. Sen bir garip çingenesin, neyine gerek gümüş delikli zurna?” İlkokula gidiyoruz, fakir öğrencilere giyecek yardımı yapılacakmış. Bayan öğretmenimiz sınıfa girdi, durumu izah ettikten sonra iki öğrenci seçecek. Kimse kabul etmiyor. Sonunda gerçekten de ailesi fakir olan bir öğrenciye öğretmenler odasında zorla kıyafeti giydirdiler. “Biz fakir değiliz” diyor başka bir şey demiyor.
Yine Bursa taraflarında birilerinden için “o fakir” lafı söylenmiş. Bunu duyduğu zaman burnundan konuşurmuş adam, “bana fakir demişler, gelsinler baksınlar damda on yük odun var. Kimmiş fakir?”
Bu mütevazılık bana göre. Başkasının vereceği yardımı kabul etmemek için fakirliği kabullenmiyor. Tabi bu verdiğim örnekler çok uzun yıllar öncesine ait. Şimdilerde, durumlar değişmiş olabilir. Ama yine “benden daha zor durumda olanlar vardır, siz onlara verin” diyerek yardımı kabul etmeyenleri de görüyoruz tvlerde.
Senenin birinde kıtlık olmuş. İnsanlar yiyecek bulamıyorlar. Ekmek yapacak unları, buğdayları yok. Köyün zenginlerinden demeyelim de ambarında bir hayli buğdayı bulunan bir hayırsever çocuklarını yanına çağırmış. “Bakın demiş köylü zor durumda. Hiç ayrım yapmadan her eve üçer kile buğday götürün teslim edin.” Çocuklar söyleneni yapmışlar. Köylü sıkıntıdan kurtulmuş. Teşekkür edenler, Allah razı olsun diyenler çoğunlukta tabi. Ama içlerinden birisi şöyle diyormuş; “Üç kile diyorlar, ama bakalım şiniği doğru mu?” Ne demiş atalar “insan kısım kısım, yer damar damar.” Herkesi bir tutamayız.
Biraz hali vakti iyi olanlar, başkalarını aşağılamışlar. Bilhassa köy yerlerinde ailesine, geçmişine bakarak yaftalarlar. “Aman canım, falanın oğlu değil mi, ondan doktor olsa ne olacak?” Veya “öğretmen olsa kime ne faydası olur” gibi? Birisi bir şeyler yapacak olsa önünü kesmeye çalışırlar. Bizim insanımızın kötü bir özelliği bu olsa gerek. “İcat çıkarma, eski köye yeni adet mi çıkarıyorsun?” diye küçümsemişler çok görmüşler.
Güneydoğuda çalıştığım köyde İzzet isminde bir çocuk vardı. Artık genç demek lazım, yaşı on altı on yedi var. Doğuştan mı, sonradan mı oldu bilmem bir gözü kör, bir ayağı da iyice topal? Gözün kapağı yok, görüntüsü hoş değil tek kelimeyle iğrenç. Şehre giderken gözüne koyu renk bir gözlük takmış gözünü gizlemiş. Emsalleri şöyle diyorlar; “haydi gözünü kapattın kimse fark etmedi, ya topallığın ne olacak?”
Dilencilik yapanların ne kadar para, mal mülk sahibi olduklarını biliyoruz görüyoruz. Ama gene de insanımız para verir. Şöyle düşünür. “Demek ki çok zor durumda, yoksa kolay mı insanlardan para istemek.” İşin ucunda Allah rızası da olunca veriyor. Bunlar da insanımızın saf temiz duygularını istismar edenler. Bir yanda ayağına getirilen yardımı geri çevirenler, diğer tarafta el açıp inayet isteyenler. Sakatmış, çalışamıyormuş falan filan. Kolay para kazanma metodu, ama onursuz.
Genç bir subay bir dilenci kızına âşık olmuş. Gelip geçtikçe onunla konuşur aşkını ilan edermiş. Kız “madem seviyorsun, gel beni babamdan iste” demiş. Subay, işin kolay olacağını düşünüyormuş, öyle ya ondan iyisini mi bulacaklar? Randevular alınmış, hazırlıklar yapılmış ve kız istenmeye gidilmiş. Kız babası;
“Bizim geleneğimizde böyle bir şey yok. Biz dışarıya kız veremeyiz” demiş. Subay böyle olmasına çok üzülmüş. Ne diyeceğini şaşırıp kalmış. Kız babası,
“Ama madem bu kadar çok istiyorsun sana bir ayrıcalık yapalım. Bir şartımız var. Eğer bunu yerine getirirsen kızı alırsın.”
“Tamam” demiş genç Subay. “Şartınız nedir?” Kızın babası,
“Şehrin falan semtinde, falan yerde üç gün dilencilik yaparsan, kız senin ”
“Tamam” demiş Subay. “Kabul ediyorum.” Ne olacak üç gün değil mi, kamuflaj yaparım, kimse beni tanıyamaz kızı aldıktan sonra da çeker gideriz buralardan, diye bir de sevinmiş. Düşündüğü gibi tanınamayacak halde kıyafet değiştirip söylenilen yere gidip oturmuş. Önüne, para atılacak tas, tabak neyse yarım saat olmadan dolmuş. Onları boşaltıp yeniden koymuş, gene aynı. Akşama kadar Subaylıktan aldığı maaşa yakın para birikmiş. İkinci, üçüncü günlerin sonunda bakmış ki bu iş hem kolay hem de çok paralı. Subay aylığının iki katını üç günde toplamış. Kızla evlenmişler, onların arasına karışmış gitmiş.
Nereden nereye geldik. Yoksa onları o manada kınadığımız falan yok Allah korusun. Ne kadar kolay, paralı da olsa başımıza gelmesini istemeyiz? Yoksa emek verip kazananlara haksızlık etmiş oluruz. Onuruyla, alın teriyle kazanılan helal kazanç gibisi var mı hiç?
Ben, çalışmayı bahçede çapa, tarlada bel kürek işi, inşaatta amelelik gibi görürdüm. Hani zor işler ya, alın teri diye ona derler sanırdım. Kış mevsimlerinde kömürlüğüne kadar sırtlarında kömür getirenleri, apartmanın bilmem kaçıncı katına beyaz eşya, mobilya taşıyanları bunlara ben-zer işler yapanları helal kazanıyorlar diye bilirdim. Bedenen çalışan, fazla beceri istemeyen işler. Daha çok da okuyamayıp kolay iş bulamayanların yaptığı gibi.
Toplumumuzda kolay para kazanma yolları pek çok. Adamın parası var. Biri gelip istiyor “yüz lira veririm, ama üç ay sonra yüz yirmi alırım” eşittir tefecilik. En güzel örneğini bankalar olarak verebilirim. Küçükken babama sormuştum; “bankalar bu kadar çok parayı nereden alıyorlar?” diye. Babam “oğlum, onların fabrikaları var, kumaş dokur, araba, uçak yaparlar. Kimileri maden çıkarır, ihracat yaparlar.” Belki o zamanlar öyleydi bilemiyorum, ama bu zamanda gördüğüm, senin benim paramı, bir başkasına farklı oranlarda vererek karına kar katmak. Yani kolay iş. Karaborsacılık, kaçakçılık, hırsızlık, uyuşturucu ticareti. Evet, riskli ama neticede birilerinin alın teri dökerek bile olsa ürettiği ürünü, yasa dışı yollardan yüksek kazanca dönüştürmesi.
O tür kazanç sağlayanları sadece kınamıyor aynı zamanda lanetliyoruz da. Böyle bir kazançta da kesinlikle gözümüz yok. Ne demiş atalar; “helal ise hesap, haram ise azap var.”
Nevzat Turgut