Nevzat Turgut
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Düşündünüz Mü?

Düşündünüz Mü?

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Cogito, ergo sum” (düşünüyorum, öyleyse varım) diye ifade etmiş Rene Descartes; batı rasyonalizminin kurucu elementi olan felsefi sözünü… Taa 1637 yılında yazdığı “Metot üzerine söylevler” adlı kitabında. “Cogito ergo sum… “İşte ben o yerde ve zamandayım iki gündür. “Düşünüyorum” kısmında sadece. Arkası yok. Tabi ki sormak hakkınız “neyi düşünüyorsun?” diye. Esas mevzu hepimizi ilgilendiriyor. Düşünüyor muyuz, ya da düşündünüz mü olaraktan?
Bir insan ömrü sevmeyi öğrenmeye bile az gelirken, nasıl oluyor da binlerce insan birbirinden nefret ediyor? Yine ben söyleyeyim. Hep bu insanların kurduğu, ama bir türlü başaramadığı adalet sistemi yüzünden. Zenginleri daha zengin eden, çalışanların sırtına basarak yükselttikleri yaşam kaliteleri ve doymak bilmeyen iştahları yüzünden… Yasaları kendilerine göre yazıp, çizip onayladıkları yüzünden. Hiç parasız, mal varlıksız bürokrat, vekil, idareci gördünüz mü? Sadece onlar olsa neyse; onların yedi göbek akrabaları, eşi dostu, sülalesi, komşusuna kadar tamamı nemalanmış. Bunları bile bile, gözleriyle göre göre nasıl kıskanmasın, nefret etmesin? Bir de tepeden bakıp suratlarını buruşturmazlar mı?
Yakınımıza bakalım; anamız bu dünyaya getirmiş, babamızla birlikte iyi kötü bakmışlar çekmişler bugünlerimize gelmişiz. İmkânları nispetinde. Suçlayacak değiliz. Yalnız büyüyüp de iş güç sahibi olduktan sonra şartlar, dengeler değişmiş. Malum tahsil hayatı; kimisi canını dişine takıp okumuş, istikbalim diyerek. Kimisi kafa yokmuş okuyamamış ya da babası okutmamış, geçimini başka yollardan sağlamış.
İstisnalar var elbet lakin okumamış olanların yaşamına bakıyorum, güllük gülistanlık. Bizimkilerden kat be kat yukarda. Babası okumadı diyerekten vermiş bir esnafın yanına, birkaç senede usta olmuş, dükkân tezgâh kurmuş, paraya para demiyor. Veya açılmış gurbete Almanya, Fransa, Belçika neyse; gelmiş memur amir beğenmiyor. Pazardan meyvenin iyisini, giysinin kalitelisini, yiyecek içeceklerin markalısını onlar alıp satıyorlar, onlar yiyip içiyorlar. Arabaların modellisi, pahalısı; evlerin balkonlusu lüks semtte olanı onların. Hatta oğluna, torununa etrafın en güzel kızını bile parayı bastırıp alıyorlar. Hanımlarının kolları dirseklerine kadar bilezik, göğüsleri altınla dolu. Zenginlik efendim, onunla mı kazandın, sana bana verecek değil ya?
İyi de buradaki Ahmet, Mehmet Ağanın kızının suçu günahı ne? Oğlunun suçu ne ki yaşı gelip geçerken evlenemiyor. Kızlar Almancı bekliyor evlenmek için. Oğlanları da kızlar beğenmiyor fakir diyerekten. Benim suçum ne ki aldığım aylığı elim görüp cebim görmüyor. Neymiş efendim; onlar gavur memleketlerinde çalışmışlar. Biz çalışmıyor muyuz? Üstelik bir de okuyup yazmışız onca sene. Yaradan; zekât müessesini koyarak bu adaletsiz durumu ortadan kaldırmıştır. Lakin o yasalar işlerine gelmediği için göz ardı edilmekte… “Adalet ne demek” diye tekrarladı? Dünyada hiçbir soru bu kadar cevapsız kalmamıştı.” Lidya Nasman
Atalarımız: “Yediğin, içtiğin senin olsun; gezip gördüklerini anlat!” sözünü boşuna dememişler. Bir görgü kuralının özetidir bu söz. İnsanları mideleriyle değil, kafalarıyla davranmaya yöneltmek isteyen güzel bir öğüt.
Tüketici toplum olmanın bir özelliği de görgü kurallarını hiçe saymak olsa gerek. “Karşımdakinin göz hakkı var” demeden, “Onun da canı çeker.” diye düşünmeden bir tüketim döngüsünün içine çekmek toplumu. Onun da canı çeksin ki, borç harç tüketsin istenmekte.
Göz hakkı manevi bir haktır. Eskilerimiz çok dikkat ederlermiş. Açıktan bir şey satmamaya, açıkta satılan bir şeyi almamaya özen gösterirlermiş. Mesela vitrindeki ekmeği satın almazlar da tezgâhta olan ekmeği alırlarmış. Niye? Çünkü vitrinde milletin gözü önünde duran ekmeğe “birilerinin gözü değmiştir, alan var alamayan var” diyerek. Lakin göz hakkı doğdu diyerek ekmeğini satan fırıncıya, manava, bakkala, kasaba hücum eder de “şu vitrindeki ekmekten, etten biraz ver, ben alamıyorum bu benim gözümün hakkı” dersek, bunun da sonu gelmez. Dolayısıyla nasıl ki çarşıda, pazarda dolaşırken gözümüzün değdiği şeylerden kalkıp da bir hak iddia edip hisse alamıyorsak, aynı şekilde bağda bahçede gezerken de gözümüzün gördüğü ağaçlardan meyve alıp bu gözümün hakkıdır diyemeyiz.
Göz hakkı, toplumsal paylaşmanın temeli, bir lokmayı paylaşmanın verdiği ruhsal mutluluğun dayanışmasıdır. Toplumu hesaplı tüketime yöneltmenin güzel bir adımı, yaratanın bizlere sunduğu nimetlerin ortaklaşa tüketilmesi gerektiğini anlatan güzel bir gelenektir. İnsana, insanlık katan bir toplumsal kuraldır göz hakkı…
Biz böyle değildik işte. Hep bana hep bana diyenler-den değildik. Allah ne verdiyse şükredip, vermediyse sabredenlerdendik. Yemek yerken bir komşu, yabancı ya da dışarıdan birileri geldiyse ve sofrayı gördüyse sofrada onun kaşığı hazırdır. Tanrı misafiri sofraya oturmadan huzur olmaz o evde. Çünkü göz hakkı söz konusudur. Herhangi bir şeyi komşuyla ya da yabancı ile paylaşmak bereketi artırırdı. Bu nedenledir ki yoksul evlerin sofraları büyük bir zenginliğe sahipti. Eve yiyecek, içecek alındığında açıkta götürülmezdi. Biri görür de canı çeker diye. Adam yoksulsa alamaz, bu nedenle de günaha gireriz, diyedir bu önlem.
Şimdilerde öyle mi? İnsanlar ortalık yerlerde yiyorlar yemeklerini. Hatta sosyal medyadan fotoğraflarını çekip paylaşıyorlar herkes görsün diye. “Görenlerin göz hakkı vardır, canı çeker” diye düşünülmemekte. Tatilden, eğlenceden dönenlerin çoğu ne yiyip içtiklerini ballandırarak anlatmaktalar. Yeme, içmenin dışında gezip gördüklerinden söz eden yok neredeyse… Onlarca Tv kanallarında çeşit çeşit yemek tarifleri verilmekte, pişirilmekte, milletin gözlerinin içine bakarak yenilmektedir.
Vahşi kapitalizm, insanlık değerlerimizi dört bir yandan yok etmeye soyunmuş, bizi biz yapan neyimiz varsa alıp götürmekte. Hanelerimizi bereketsiz, eşsiz dostsuz, arkadaşsız, insansız sofralara mahkûm etmekte… İnsanlık değerlerimizi yitirdikten sonra, bizden geriye ne kalır ki?

Düşündünüz Mü?
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir