Nevzat Turgut

Korona

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.” İnsan; unutan demektir. Biraz geçmişe gidelim bakalım.
On bir Mart 2020 de başladı. Devam ediyor. Sonu belli değil. Şu anlık ölenlerin sayısı yüz otuz bir, hasta sayısı dokuz bin bilmem kaç. Dünya genelinde ölenlerin sayısını otuz üç bin olarak açıklıyor ajanslar. Çin’den sonra en çok ölen İtalya ve Amerika. Avrupa ve Amerika da halen devam ediyor. Aslı varsa, Çin ve Kore’nin aldıkları önlemler sayesinde önünün kesildiği söyleniyor. Her ne ise, alınsın alınmasın biz kendimize bakalım.
Malum on dört Mart, cumartesi gününe geliyor ve İlçenin pazarı. Sebze ve diğer bazı ihtiyaçların temini için gidilir. Eskiden, yani yirmi otuz yıl önce, satacak bazı ürünlerimiz olurdu. O zamanlar daha erken gider satışımızı alışımızı yapar gelirdik. Bir nevi alışkanlıktır yani bizde pazara gitmek. Biz de öyle yaptık. Ama ne göreyim; hafta hafta ucuzlaması gereken sebze, meyve fiyatları kiloda en az yarım ile iki lira arasında yükselmiş. “Korona var” diyorlar sorunca. Market de öyle. Temel ihtiyaç maddeleri çaktırmadan ya gramajı düşürülmüş ya da fiyatı zamlanmış. “Daha olacağı geride dur bakalım,” diyoruz.
Gelelim sonraki haftalara; altmış beş yaş ve üzeri mümkünse sokağa çıkmasın. İhtiyaçları zabıta ve diğer ekiplerle karşılanacak. Tabi bunlar büyük şehirlerde. Bize gelinceye kadar, ohoo! Neyse zaten benim öyle bir kaygım yok. Ama ilan edildi ya iki haftadır evden çıkmadım. Üstelik altmış beş yaşında da değilim. Cezai durumum da yok. Lakin işleri güçleştirmeyelim. Onların yaptırımı da bizlerin sağlığı için elbet.
Ayın yirmi sekizi yine Cumartesi, pazara gitmek lazım. Evde beş kişiyiz, ekmeği hanım teside pişirdi ama diğer bazı ihtiyaçlar var. Mesela yemeklik zeytinyağı, çay vs. Elime eldivenimi taktım. Lakin maske de lazım. Durum önceki haftalara göre daha kritik. Hanım “giderken eczaneden alıver” dedi. İyi, eczanenin önünde durdum. Kapıya kocaman bir kâğıda yazıp asmışlar büyük harflerle “Giriş yan taraftan” ok işareti falan. O yazıyı kim yazmış Allah aşkına? Okumayı yazmayı Ali Okulunda öğrenmiş olsa daha imlalı ve güzel yazardı. Yanında bir kapı daha var, orası da kapalı. Mecburen köşeyi döndük, orada bir kişi daha var. Ben hala giriş arıyorum. O gence sordum, “giriş neresiymiş” diye? “Burası Hocam” dedi, pencereyi gösterdi. Pencere sıkı sıkıya kapalı. Eğildim baktım içeride bizim tanıdık eczacı kalfası kızımız, gözlerine kadar maske, başında kaloş gibi bir şey. Sanki başka biriymişim gibi, tanımadı bile beni. Ne selam ne sabah. O kadar ciddi yani. Aklıma Almanya’dan otoyol benzinliklerindeki kızların para aldıkları vezne gibi yerleri getirdi. Onlar yalnız oldukları için emniyet açısından müşteri ile aralarına engel koyuyorlar. Para alışverişini alttaki açıklıktan yapıyorlar.
Kızımız pencereyi açtı, yanımdakine bir kâğıt uzattı hemen kapattı. Pencere dışarıdakilere göre engin, eğilerek içerisini görebiliyorsun. İçeridekine göre de yüksek. Ben elimle onun maskesini de işaret ederek “maske var mı?” dedim, “var” dedi. “Kaç tane?” “Beş tane olsun” dedim. Parasını sormadım. Daha birkaç ay öncesi almıştım kazana kömür doldurmaya giderken takarım diye, bir liraydı tanesi. Kullandık mı, kayıp mı oldu bilmem aradım bulamadım? Hep kendime kızarım bu yüzden fiyatını sormadım diye ya! Bu sefer geç de olsa sordum. “Kaç lira?” cevap; “tanesi dört lira.” “Ooo! İki tane ver öyleyse.” Aklımdan da bunlar iyisi besbelli. Benim bir liraya aldıklarım çok basit şeylerdi. Yani ıslak mendillerin evsafında on, on iki santim genişlikte bir şey. Parasını camın aralığından uzattım, üstünü verdi. Elleri de eldivenli benimki gibi, incecik bir poşetin içerisine koymuş uzattı. Pencerenin dibinde kolonyalar sıralanmış, sanırım birer litrelik bidonlarda ve plastik küçük şişelerde olanları da var. “Bunlara da elli lira dersiniz artık” dedim. “Bidondakiler yüz yirmi, şişedekiler yirmi lira” dedi. “vereyim mi?” Yok evde var, dedim. Araba-ya varınca çıkardım baktım ki, önceki aldıklarımdan daha da basit ve incecik. Ben, dört lira olduğuna göre televizyonlarda gördüğümüz, sağlıkçıların taktığı önünde, yanlarında mavi filtreleri bulunan, sağlam, kaliteli bir şey diye ummuştum. Öyle değilmiş…
Her fırsatta, bizlere “kendi esnafınızdan alışveriş yapın, esnafınıza sahip çıkın, bizden alın” diyenler; Allah var ben de mümkün mertebe ilaçlarımı, diğer eczane ihtiyaçlarımızı buradan almaya azami itina gösteririm. Hatta Nevşehir, Kayseri gibi hastanelerden gelsek bile, yollarda ilaç almaya durmam köyden alırız diye. Hanım, annem, gelin ve torun. Bazı kalemlerde üç beş kuruş pahalı olduğunu bilsem bile, “köyümüzde bulunması nimet” derim. Ama ne yalan söyleyeyim bu sefer zoruma gitti. Kızın davranışı, “ben sizi hiç görmedim, tanımıyorum “der gibiydi. Bu fırsatı değerlendiriyordu belli ki. Elli kuruş dahi ederi olmayan ürünü dört liraya bize sattı.
İyi tarafından bakınca yani, “hasta olmaktansa, dört lira değil dört bin lira bile verilir. Buradan almasam, başka yerde hiç bulamazdım veya daha pahalıya olurdu. Yolda yakalayıp ceza yazsalar daha mı iyi?” gibi senaryolar.
Şimdi, mademki bunlar fırsatçılık yapıyorlar ben de müşteri olarak “esnafına sahip çık” düşüncemi bir gözden geçireyim diyorum. Haksız mıyım?”
Bunlar fırsatçılık yapıp para kazanıyorlar diyelim. Bir de virüsü bahane edip, dine devlete saldıranlar var. Ezan okunmasına kızanlar, duaya tahammül edemeyip, diyanete imamlara veryansın edenler. Sosyal medyada daha çok. Millet olarak top yekûn bir musibetle karşı karşıyayız. Birlik beraberlik zamanı. Tedbir alma zamanı. Bunların sırası mı? Neredeyse adam hırsından, hasedinden kendini helak edecek. Virüs insanların ciğerine saldırıyor. Bunlar da dine devlete.
Neyse bunları da geçtik. Esas sıkıntıda olan özel sektörün bilhassa bizim buradaki turizm de çalışıp da işinden ayrılanlar. İşine son verilmese de en az nisan sonuna kadar ücret alamayacak olan sektör çalışanları. Başta benim iki numaralı oğlum. Balon pilotu. Bir buçuk ay uçuşa gitme-yecek. Masraflarının çokluğunu biliyorum. “Kredi çektik, ödüyorum” diyordu. Miktarı da bir hayli. İşler düzelmeyip de birkaç ay uzarsa ne olacak? Kredi borcu ertelense bile kaç ay? Sonunda birikecek, o zaman daha zor olacak. Diğer iki oğlan çalışıyorlar şimdilik. Aylıklarını alıyorlar. Allah virüsün şerrinden korusun cümleyle.
Bir kızımız, arabasını değiştirmişti, yine turizm sektöründe. “Arabamın borcu var. Bu aralar çok çalışmalıyım” diyordu. Al sana korona belası.
Yeğenle telefonda görüştük. Kayseri’de yaşıyorlar. Ne yapıyorsun dediğimde, “çalışıyorum enişte, ne yapayım çoluk çocuk ekmek bekler?” diyordu. Ona da dikkat et oğlum aman kalabalıklardan uzak dur, dedik. Yani herkese söylenecek bir laf, herkesin söyleyeceği birçok laf var bu virüs hakkında. Ama en önemlisi de bana göre alınan tedbirlere uymak. Çünkü sadece şahsını değil bütün bir toplumun sağlığını tehdit ediyor. Kendimizi korursak ailemizi, komşumuzu, mahallemizi, köyümüzü, ilçemizi, şehrimizi, ülkemizi ve dünyayı korumuş oluyoruz. Bizim farkımız önlem aldıktan sonra da dua ediyor olmamız. Allah yardımcımız olsun. Bizim millet olarak farkımız bu olmalıdır. Sahteciler pek çoğaldı. Yakalananları gösteriyor televizyon, sanki vatan kurtarmış edasıyla yürüyorlar elleri kelepçeliyken. Biz ne zaman kaybettik, insanlığımızı, arımızı.
Moralim iyice bozuk, arabamı her zamanki durduğum uzak yere durdurdum. Bir hayli mesafe var arada. Olsun dedim, market de hemen karşıda. Bir daha dur kalk yapmam, döner giderim buradan dedim. Elimde pazar çantası, baktım ki köylü pazarının, manifaturacıların çadır kurduğu o alan bom boş. Araçlar park etmişler. Şimdi giderken bir sürü yol gideceğim, buraya getirseydim diye geçti aklımdan. Ama o kadar da aldırmadım bu işe. Saat henüz sabahın onu. Hızlıca bir dolaştım aralarda, fiyatlar makul geçen haftaya göre. Ben öyle fazla gezmeyi sevmem. Hatta pazara gelmeyi hiç sevmem de mecburiyetten işte. Her zaman alışveriş yaptığım tezgâha yaklaştım. Bugün hem tenha hem de tezgâhların arasını genişletmişler, çok iyi olmuş.
“Evlat, iki kilo portakal tart bakalım, haydi düzgünlerinden,”
“Hangisinden baba? Şunlar ekşi, bunlar tatlı.” Bu sefer “baba” dedi. Bazen “dede” der. O zaman kızardım. Şimdi kızmadım.
“Dört liralıktan veriyorum. On liralık, sonra bana kızma tamam mı?”
“Hadi bakalım. Diğerlerini de alayım, hepsinin parasını bir veririm.” Geçen hafta üç kilosu on liraydı, bu hafta böyle olmuş.
Domates üç lira yazıyor. İki lira olanı da var. Beş lira olanı da.
“İki kilo domates ver bakalım üç liralıktan.” Bu aynı tezgâhta başka genç.
“Abi, on liralık yapıyorum. Haftaya bulamazsın belki. Pazar ya olur ya olmaz.”
“Olsun bakalım” Diğerlerini de aldıktan sonra hepsini bir hesapladım. İlk gencin yanına gelerek,
“Otuz beş lira ediyor hepsi, şuradan al” diye elli lirayı uzattım.
“Tamam, Dedem ben biliyorum zaten.”
“Neyi biliyorsun, dede demesini mi?
“Ne aldığını, kaç lira olduğunu ben de hesap ettim?” dedi.
“Doğru mu, yanlış mı söyledim?” diye takıldım.
“Doğru doğru…” dedi. Oradan ayrıldım.
Dönüşte bir iki esnafla selamlaştıktan sonra arabaya getirdim. Sıra market alışverişine gelmişti. Market çantamı alıp içeri girdim. Zeytinyağı, çay, birkaç makarna, üç ekmek, birkaç parça daha bir şeyler aldım. Araba yoktu sürülen, el çantası gibi olanlardan almıştım. Küçük bir şey. Toruna çikolata alayım birkaç tane dedim. Yerleri boştu. Sadece bitter olandan vardı o da dört tane kalmış, iki buçuk iken iki yetmiş beş yapmışlar fiyatını. Başka pek bir şey yok. Kasada sordu,
“Poşet istiyor musun?”
“Poşetim var, istemiyorum” dedim.
“Yüz kırk beş lira, altmış iki kuruş.”
Kartımızı çektik. Kendi torbama doldurdum. Baktım fişi yok.
“Fişi nerede bunun?” diye sordum. Makineden çıkartıp verdi. Şöyle bir göz gezdirdim, zaten aldığım üç beş kalem bir şey. Hemen gözüme çarptı. Market poşeti yirmi beş kuruş.
“Ben poşet almadım ki, sana da söyledim. Buraya poşet parası yazılmış.” dedim. Hiç fişe bakmadı. Yanındaki kız kasiyere,
“Yirmi beş kuruş ver beyefendiye” dedi. Birkaç saniye de para elime geliverdi.
“İyi, günler, kolay gelsin” dedim çıktım. Nasıl bir his bu ya? Suçlandım bu sefer. Gencin bana tavrı sanki ” yirmi beş kuruşluk adamsın” der gibiydi. Neyse, şu köyüme evime bir düşseydim, zaten sevmediğim alışveriş işinde böyle şeylerde hep beni bulur. Bir aldığıma bakıyorum bir de verdiğim paraya.
Komşu Süleyman Efe de beni bekliyormuş. Birlikte geldik. Eve geldiğimde saat on birdi. Gidiş gelişim bir saat sürmüş. Haftaya neler olacak bakalım? Allah hayır getire.
30 Mart 2020

Korona
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir